Türkiye’nin 80’li yılları
‘Türkiye’nin 1950’li Yılları’ cildi ile başladığımız serinin dördüncü kitabını, ‘Türkiye’nin 1980’li Yılları’nı sizlerle paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyduğumuzu belirtmek isterim. Bu seriyi kafamızda şekillendirmeye başlayıp da çalışmaya girişeli tamı tamına 10 yıl geçti: 2013 yılı ortalarıydı, Tanıl Bora ile kitabın mimari tasarımı üzerinde düşünmeye başladık; 2014 yılı başlarında da kuvveden fiile geçti seri. Çalışmamızın ilk cildi, 2015 yılı ortalarında okuyucuyla buluştu. İkincisi –’Türkiye’nin 1960’lı Yılları’– 2017 yılında raflardaki yerini aldı. Covid-19 pandemisi, tüm dünyayı etkilediği gibi bizi de sarstı. Çalışmamızın üçüncü cildinin ikinci yarısı ve elinizdeki kitabın ilk başları pandemi dönemine rast geldi. Gecikmeler yaşamadık değil, ‘Türkiye’nin 1970’li Yılları‘nı ancak 2020 yılında sizlere sunabildik. Şu anda sayfalarını çevirmekte olduğunuz ‘Türkiye’nin 1980’li Yılları’ ise nihayet 2023 yılında –10. yılımızda– ilk üç arkadaşının yanındaki yerini aldı.
Ve biz de aynı iştiyak ve ciddiyetle beşinci cildi, ‘Türkiye’nin 1990’lı Yılları’nı hazırlamak üzere kollarımızı sıvadık.
TÜRKİYE’NİN 80’Lİ YILLARI NE ZAMANDI?
Serimizin her cildinde, o onyılı bir anahtar kelimeyle/tabirle tanımlamayı adet edine geldik. Türkiye’nin 1950’li yılları için “Türkiye’nin kabuk değiştirdiği yıllar” tabirini kullanmıştık. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, dünyada 1820’lerde başlayan ve Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle 1945’lerde hitam bulan bir küresel daralma döneminin –bir başka ifadeyle Britanya’nın hegemonik bir güç olduğu, sanayi sermayesine dayanan bir daralma döneminin– ardından gelen bir genişleme dönemiydi. Büyük Savaş’ı müteakip, ABD hegemonyasıyla karakterize olan bu yeni dönem sanayi sermayesinden finans-kapitale geçişi de kapsayan bir genişlemeyi içeriyordu.
Aynı tarihlerde Osmanlı/Türkiye, bir Büyük Dönüşüm’e –Tanzimat’a– doğru adım atmak üzereydi. 1839’da başlayan bu süreç, anayasal monarşi (Meşrutiyet) dönemleri üzerinden Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla yepyeni bir rotaya dümen kırmıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye de dünyada teşekkül etmeye başlayan bu yeni küresel yapı içerisinde yer almaya, sosyoekonomik ve siyasi yapısını yeniden şekillendirmeye başlamıştı. Doğrusu, dünya “kabuk değiştiriyor, dünya-sistem yepyeni bir merhaleye evriliyor, Türkiye Cumhuriyeti de bu dönüşüme icabet ediyordu”.
Altmışların sonu, ’70’lerin başları küresel kapitalizmin yeniden daralmaya başladığı, ABD hegemonyasının Asya’dan yükselen güçler tarafından ciddi manada erozyona uğratıldığı bir dönemdi. Altmışlı yıllara rengini 68 kuşağı verdi.
Dünyayı kasıp kavuran “isyan kuşağı” hiç tartışmaya gerek yok ki Türkiye’yi de derinden etkiledi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kabuk değiştirmeye başlayan genç Cumhuriyet hem ’50’lerdeki bu dönüşümün politik sonuçlarıyla hem de dünyadan esen ’68 rüzgarıyla bu tarihlerden itibaren yüzleşmeye başladı. O nedenle biz de çalışmamızda hem dünyanın hem de Cumhuriyet tarihimizin bu en renkli, bu en hareketli onyılını –Türkiye’nin 1960’lı yıllarını– Cumhuriyet’in en mülevven ve revnaklı yılları olarak anmayı tercih ettik.
Dünyada Keynesyen ekonominin neoliberalizme bir başka ifadeyle, refah devleti ekonomilerinin müdahaleci devletlerinin tekrar (neo) laissez-faire (liberalizm) ekonomilerinin serbest piyasacı/gece bekçisi devletlerine dümen kırdığı ’70’ler Türkiye’ye, artan siyasal şiddet ve ekonomik krizlerle beraber geldi. Biz çalışmamızda Türkiye’nin ’70’li yıllarını “sokak” anahtar kelimesi ile anmayı tercih ettik. Yetmişli yıllar, gerçekten de sadece siyasal şiddetin ve ekonomik krizin halktaki karşılığı olarak ekmek, yağ, petrol hatta ampul kuyruklarıyla müseccel bir “sokak” değildi. Çocukların oyun alanlarından yazlık sinemalara, giderek belirginleşen kentsel yaşama kadar da sokak, ’70’li yıllara damgasını vuruyordu.
Seksenli yılları çalışmamızda Korku İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü zor yıllar olarak tanımlamayı tercih ettik. Sayfaları çevirdikçe siz de göreceksiniz ki yasaklar, idamlar, işkenceleri ile meşhur cezaevleri, yakılan kitaplar, yasaklanan eserler, hapse atılan yüz binler, 24 Ocak Kararları ile gittikçe zorlaşan hayat şartlarıyla bir Korku İmparatorluğu olarak örgütlenen darbe, arkasına Aydınlar Ocağı ideolojisini, yanına kuvvet komutanlarını alarak ülkeyi neoliberal yapısal uyum projesinin (24 Ocak) kollarına teslim etti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kabuk değiştirmeye başlayan Türkiye, ’60’ların mülevven yıllarından ve ’70’lerin sokak’ından geçip ’80’lerin bozkırına geldi. Ama Murathan Mungan’ın dediği gibi, “Ne geçmiş –o geçmişin mülevven yılları– tükendi ne de yarınlar, hayat bizleri de yeniledi”. Yolumuz seksenlerin bozkırlarından geçse de ’80’lerin ikinci yarısından sonra denizlere çıkmaya başladı sokaklarımız.
BU KİTABIN DERLEYENİ İÇİN 1980’LER: BİRAZ ANI
Seksenler; çocukluğum, ilk gençliğim. Darbeden sonra, tavla oynarlarken zarları bir yerlere fırladığında koşup getirdiğim, onlar için bakkaldan sigara aldığım, mahallenin ablalarına mektup götürdüğüm, sokak başlarında onlar için erketeye yattığım abiler ve ablalar bir anda kayboldular. “Sokak”, o tarihlerde 8-10 yaşlarında olan bizlere kaldı. Artık en büyük eğlencemiz bir, biteviye geçen cemselerdeki “asker abilere” selam vermek bir de patlak topla cadde ortasında tek kale maç yapmaktı.
Evren, Cumhurbaşkanı olduğunda ortaokula geçtim, Aydınlıkevler Mahallesi’nde Mehmet Akif Ortaokulu’nda okudum. Esenboğa Havaalanı-Köşk güzergahında yer alan okulumuz, “Kenan Paşa” her o güzergahtan geçişte tatil edilir, öğrenciler sokağa çıkarılır; makam arabası tam önümüzden geçerken yolun iki tarafında birikmiş biz çocuklar avazımız çıktığı kadar “Kenan Paşa çok yaşa!” diye bas bas bağırırdık. O yüzden ya, bizi birçok sözlüden kurtaran Kenan Paşa’yı, çocuk aklımızla çok sevdik.
Askeri üniforma, dönemin “moda”sıydı. Maddi durumu yerinde olan çocuklara general üniforması diktirilirdi. Bu “şanslı” (!) çocuklara tüm ulusal bayramlarda kıyak geçilir; tüm etkinliklerde onlara öncelik tanınırdı. Bir 23 Nisan, bir 29 Ekim olmasın, okulumuzdaki bücür-orgeneral ve oramiral sayısı Genelkurmay’dakini üçe katlardı. Törenlerde şiirleri onlar okur, bayrak çekilirken onlar asker selamı verir, törenlerde en ön sıralarda onlar durur, vakur tavırları ve çatık kaşları ile birer “yan sanayi-Evren” olarak okulumuzu teşrif ederlerdi. Biz “halk bebeleri” ise törenlerde hep en arkada kalırdık.
Sokak ’70’lerde kalmıştı; ben onun son demine yetişmiştim. Darbe sonrasında, artık bu solan caddede abilere yer yoktu; onlar öyle bir yere götürülmüşlerdi ki orada sevenlerden de sevilenlerden de eser yoktu. Sokak cazibesini yitirdi, gerçi daha 1984 yılında tamamen renkli hale gelecekti ama televizyon gitgide hayatımızda daha fazla yer almaya başladı. Belki her akşam Anıtkabir’de çekilmiş askeri tören görüntüleri sonrasında “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” uyarısı ile kapanıyordu ama biz, darbeden üç ay sonraki yılbaşı gecesi Nesrin Topkapı’nın raksını gözlerimiz fal taşı seyrettiğimizde anlamıştık o büyülü kutunun cazibesinin esbabını. Alabilen aileler borç harç video almaya; mahalle kaset kiralayan dükkanlarla dolmaya başladıysa da Teksas, Tommiks, Mandrake, Zagor hâlâ rüyalarımızı süslemeye yetiyordu. Televizyon sadece aile hayatımızı değil, komşuluk ilişkilerimizi de kökten değiştirmeye başlamıştı. Gittikçe daha az komşunun kapısını tıklatıp “Bir maniniz yoksa annemler size gelecek” demeye başlamıştım.
Bahar Eylemleri başladığında, Murat Karayalçın Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne seçildiğinde üniversiteye girdim. O yıl, 80’lerin başında sokaklardan çekilen abiler, ablalar İstanbul’da Taksim’e çıkmak ve 1 Mayıs’ı kutlamak istediler; trafik polisi Kazım Çakmakçı Mehmet Akif Dalcı’yı öldürdü.
Üniversiteye girdiğim yılın sonunda eli sopalı faşistler İstanbul Basın Yayın Yüksekokulu’nu basınca o abiler, ablalar İstanbul Basın Yayın Yüksekokulu’nu işgal ettiler. Ben üniversiteye başladığım yıl öğrendim, ne geçmişin tükendiğini ne de yarınların; hayatın bizleri sürekli yenilediğini ve toplumsal mücadelelerin hiç ama hiç durmadığını, durmayacağını.
EMEĞİ GEÇENLERE TEŞEKKÜRLER
İlk üç ciltte olduğu gibi, ‘Türkiye’nin 1980’li Yılları’ kitabı da geniş ve yetkin bir ekibin kolektif emeğinin ürünü olarak sizlere sunuldu. Çalışmaya emeklerini, dostluklarını katan tüm yol arkadaşlarımıza içtenlikle teşekkür etmek isterim.
Bu vesileyle görüş, eleştiri ve tashihleriyle mutfağa her daim destek olan, Candaş Ayan, Dilek Çakır, Batuhan Parmaksız’a da teşekkürlerimi iletmek isterim.
Sadece bu kitapta değil serinin tamamında desteklerini ve dostluklarını her daim yanımda hissettiğim, Kerem Ünüvar’a, Aybars Yanık’a ve elbette ki Tanıl Bora’ya da bu vesileyle teşekkür ve hürmetlerimi sunuyorum.
Ve mutfak ekibi… Elinizdeki bu çalışmanın hazırlanmasında benimle çalışan; kitabı pişiren, hazırlayan ve sunan emektarlar… Öncelikle Cansu Parlak ve Alper Torun’a gönülden selamlar yolluyorum. Onlar bu cildin en başından beri mutfaktalar. Yarı yolda mutfağa katılan ama bundan sonraki ciltte de birlikte çalışacağımız Semih Nafiz İpek, Rukiye Kesler ve Nuri Özçelik’e de katkıları için teşekkür ediyorum. Levent Odabaşı ise her zaman mutfağın olmazsa olmazı oldu.
Bu kitabın pişirilip sofraya getirilmesinde emeği geçen tüm mutfak arkadaşlarıma minnettarım, tadında bir sorun varsa sorumluluk sadece bana aittir.
Keyifli okumalar.